top of page

BANA TATLI YALANLAR SÖYLE

  • Berhan Bayraktaroğlu
  • Jun 8, 2021
  • 8 min read
"Hakikat Sonrasına Bir Bakış

Yaza girdiğimiz günlerde bu kaydı yapıyorum bugün. Ve her bölümde olduğu gibi ilerleyen zamanlarda da güncelliğini koruyacağını düşündüğüm bir konuyu ele alalım istiyorum. Evet bugünkü konumuz “hakikat sonrası” olacak. İngilizce ismiyle "post-truth" kavramı üzerinde duracağız. Bazen gerçek ötesi, gerçek sonrası, post gerçek gibi isimlere de rastlanıyor. Ben hakikat sonrası olarak kullanacağım bu yayında ve konuyu kişisel gözlemlerimden, bazı tezlerden, makalelerden ve özellikle de iki güzel kitaptan faydalanarak ele almaya çalışacağım. Kaynakları her zaman olduğu gibi bölüm detayında bulabilirsiniz.


Şimdi size George Orwell’in 1984 isimli kitabından bir metin okuyacağım öncelikle.

Şöyle başlıyor:


“Parti, Okyanusya'nın Avrasya ile hiçbir zaman müttefik olmadığını söylüyordu. Oysa, o Winston Smith, henüz dört yıl gibi kısa bir süre önce, Okyanusya ile Avrasya'nın müttefik olduğunu biliyordu. Ama bu bilgi nerede saklıydı? Yalnızca kendi bilincinde, bu bile, bir süre sonra yitip gitmeye mahkûmdu. Eğer Partinin söylediği yalanları herkes onaylıyor, tüm kayıtlar aynı masalı anlatıyorsa, o halde, yalan tarihe geçiyor ve gerçek oluyordu. "Geçmişi denetleyen," diyordu Parti sloganı, "geleceği de denetler; şu anı denetleyen, geçmişi de denetler." Eğer olaylar tersini gösteriyorsa, olaylar değiştirilmelidir. Bu nedenle tarih sürekli yeniden yazılmaktadır. Geçmişin günden güne değiştirilmesi, Doğruluk Bakanlığı tarafından yazılır. Dış dünyayla ve geçmişle bağlarını koparmış olan Okyanusya, uzakta dolaşan bir adama benzer; yönünü bulamaz, aşağıya mı yoksa yukarı mı gittiğini bilemez. Böyle bir devletin yöneticileri, firavunların ve Roma imparatorlarının olamadıkları kadar mutlaktırlar. Gerçeği, evirip çevirip, istedikleri biçime sokabilirler. Gerçeğin denetlenmesi' deniyordu buna.”


Evet George Orwell 1940ların sonunda yazdığı bu eserinde Big Brother yani Büyük Birader ismindeki bir dikatatörün yönetimindeki totaliter Okyanusya toplumunu anlatıyordu. Kitabın en çarpıcı kurgularından biri gerçeğin dahi iktidardaki parti ve Big Brother tarafından kontrol edilebilmesiydi. Aradan geçen onca yıla rağmen 1984 halen popülerliğini koruyor ve Türkiye’de her sene en çok satan kitaplar arasına giriyor. Bunun sebeplerinden biri de bence günümüzdeki yaşamın da bazı açılardan kitaptaki dünyaya benzemeye başlaması.

Hakikat sonrası kavramını son zamanlarda sıklıkla duymaya başladık. Özellikle günlük kullanıma 2016 yılından itibaren girmeye başladığını söyleyebiliriz. Ondan öncesinde daha çok akademik tartışmalarda ve daha dar bir çevrede bahsi geçiyormuş. 2016 yılında ise Oxford Sözlükleri tarafından yılın kelimesi seçilmiş “hakikat sonrası”. Kelimenin bu dönemde popülerlik kazanmasının sebebi ise İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması anlamındaki Brexit referandumu ve ABD başkanlık seçimi süreci boyunca seçimi etkilemek adına yapılan yalan haber ve kara propagandalar diyebiliriz.


Peki madem sözlükten bahsettik. Oxford sözlüğündeki anlamına bakalım. Kısaca şöyle tanımlanmış: “Kamuoyunun şekillenmesinde duyguların ve kişisel inançların gerçeklerden daha etkili olması durumu.” Evet bu tanımda üzerinde duracağımız bir nokta kullanılan post kelimesinin niteliği. Yani şunu demek istiyorum. Örneğin post-war kelimesindeki gibi savaş sonrası anlamına gelmiyor buradaki post ilavesi. Daha çok gerçeğin önemini yitirmesi anlamında kullanılıyor. Gerçek derken ne demek istiyoruz? Birkaç somut örnek verirsem daha anlaşılır olacağını umuyorum. Mesela aşıların otizm yaptığı veya dünyanın düz olduğu, küresel ısınmanın aslında olmadığı, evrimin yalan olduğu, Nazilerin soykırım yapmadığı veya Amerika’da Trump’ın iddia ettiği gibi seçimlerin çalındığı gibi konular ya da tartışmaları örnek gösterebiliriz. Yani elde aksi kanıtlar olmasına rağmen yalan söylenmeye devam ediliyor ancak hakikatin ne olduğu da pek kimsenin umurunda olmuyor Bunları aptalca basit yalanlar ve komplo teorileri deyip geçemiyoruz çünkü çok büyük sonuçları var. Örneğin Güney Afrika Devlet Başkanı AIDS tedavisinde kullanılan bir ilacın Batı’nın oynadığı bir oyun olduğunu ve AIDS’in sarımsak ve limon suyuyla tedavi edilebileceğini söylediği bir dönemde 300.000 kişi ölmüş. Bu arada reçete de hep aynı sanırım. Sarımsak ve limon suyunun covid-19 tedavisi için de uygun olduğu şeklindeki söylentiler whatsapp gruplarından bana kadar gelmişti. Var olan objektif gerçeklere rağmen bir yalana inanılıyor ve bunun ötesinde bu inancın gerçeği sahiden değiştireceğine de inanılıyor. Hatırladığım kadarıyla geçtiğimiz sene bir düz dünyacı dünyanın düz olduğunu ispat etmeye çalışırken ölmüştü.

Peki hakikat sonrası basitçe bir yalan haber dönemi mi? Ya da propaganda veya komplo teorisi dönemi anlamına mı geliyor? Bunların hepsi birbiriyle iç içe ancak hakikat sonrası yalan söylerken hatta aksi kanıtlar ortaya çıkınca bile söylenen yalanın arkasında durularak yapılan vurdumduymazlık ve pek kimsenin de buna bir tepki vermemesi hali olarak daha genel anlamda tanımlanabilir diye düşünüyorum. Hem merkez ülke olarak çevre ülkeleri etkilemesi hem de diğer ülkeler ve liderler açısından güzel bir prototip olması dolayısıyla ben Amerika’dan ve Trump’tan örnek vermeyi seviyorum. Trump görevden ayrıldıktan sonra 4 yıl boyunca toplam kaç defa yalan iddialarda bulunduğu hesap edilmiş ve Trump’ın toplam 30,573 yalanı tespit edilmiş. Doğru duydunuz. 30,573. Buna rağmen Trump’ın seçimdeki başarısını biliyoruz. Ancak bu sadece siyasi ve siyasetçilerle ilgili bir kavram değil. Örneğin Coen Kardeşler’in bir filmi olan Fargo filmi “Gerçek bir hikaye’den uyarlanmıştır” metni ile açılıyor. Bazı gazeteciler bu gerçek hikâyeyi araştırmak istiyorlar ancak böyle bir hikâyeye rastlamıyorlar. Coen Kardeşler ise açıklama olarak izleyici üzerinde istedikleri ambiyansı yaratmak için bunu yaptıklarını ve herhangi bir yasa çiğnemediklerini söylüyorlar. Bir başka deyişle dürüstlüğün çöküşü, yalan ve aldatmanın normalleşmesi ve bunun yadırganmaması durumuyla karşı karşıyayız. Bu noktada Amerikalı komedyen Stephen Colbert’in bir sözünü alıntılamak istiyorum :

İnsanlar artık, hakikate ulaşmada beynini kullananlar ve kalpten inananlar olarak ikiye ayrılmıştır.

Bir başka deyişle doğru olduğu bilinen kavram ya da olguların yerine, doğru olması istenen kavram ve olguların tercih edilmesi hali.


Peki bu noktaya nasıl geldik? Gelin şimdi de biraz bunun üzerinde duralım. Birbirinden farklı birkaç gelişmenin bizi buraya getirdiğini söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi bence “bilimin istismar edilmesi” Biliyoruz ki bilim teoriler üzerine kuruludur ve teoriler devamlı test edilirler ve bu testlerden geçen teorilerle yola devam edilir. Geçemeyenlerle ise yollar ayrılır. Ancak kimilerine göre bu süreç bir zayıflık olarak görülüyor ve teorilerin bu yapısından dolayı mutlak bir gerçekliğin olmadığı iddia edilebiliyor. İşte bu anlayış bilimin toplumda şüphe yaratmak üzere manipüle edilmesinde bir araç olarak kullanılmasının önünü açıyor. Mesela 1950lerde Amerikalı tütün üreticileri sigaranın kanserle ilişkisini gösteren bilimsel çalışmaların etkisini azaltmak ve kafaları bulandırmak için kendi tuttukları başka bilim adamları aracılığıyla sigaranın masum olduğunu gösteren tırnak içinde kendi bilimsel çalışmalarını başlatıyorlar. Amaç sigaranın kanserle ilişkisini gösteren güvenilir bir kayıt olmadığına dair atmosfer oluşturmak. Sigara ve kanser ilişkisinde gördüğümüz bu olay benzer birçok başak konuda da görülebiliyor. En yakın örneklerinden biri de küresel ısınma konusunda bazı enerji şirketlerinin tutumu diyebiliriz. Örneğin bazı enerji şirketlerinin destekledikleri fonların küresel ısınmanın okullarda öğretilmesinin engellemesi için lobi faaliyetleri yaptıkları basına yansımıştı. Bilimin istismar sürecinde açık ve adım adım bir yol izlendiğini söyleyebiliriz.

  • İlki tartışılan konu üzerinde belirsizliklerin olduğuna dair bir şüphe oluşturmak

  • İkincisi bu sahte bilimsel görüşlere medyada yer verilmesini sağlamak

  • Ve üçüncüsü yaratılan bu ortam sayesinde karar vericilerin kararlarında etkili olmak

Kısacası burada bir kişinin ya da firmanın kendi konumunu destekleyen olguları işine geldiği gibi kullandığını, işine gelmeyenleri ise reddederek kendi hakikatini yaratmaya çalıştığını söyleyebiliriz.


Evet şimdi bizi hakikat sonrasına getiren bir başka unsurla devam edelim. Bu unsur ise tüm insanlarda olan "bilişsel önyargılar". Bu alan özellikle son yıllarda ekonomi teorisinde sıklıkla üzerinde durulan bir alan. Ben de ilerleyen yayınlarda bu konu hakkında ayrı bir yayın yapmayı istiyorum. Ancak konumuzla ilgili kısımda iki bilişsel önyargı hakkında durmak istiyorum. Bunlardan ilki “doğrulama sapması” Bu nasıl gerçekleşiyor? Şöyle örnek verelim. Diyelim ki bir konuda zaten bir düşünceniz ya da inancınız var ve karşınıza yeni bir bilgi çıktığı zaman bu bilgiyi inançlarınızı doğrulayacak şekilde yorumluyorsunuz. Örneğin üniversite eğitimine gerek olmadığını düşünüyorsunuz ve karşınıza üniversite mezunu bir işsiz çıktığı zaman inancınızı pekiştiriyorsunuz. Ancak bunun tersini yani üniversite mezunu olup çalışanları ise görmezden geliyorsunuz. Veya bir başka örnek olarak futbol maçlarından sonraki tartışmaları düşünelim. Aynı video kaydına bakıp rakip taraftarlar farklı şeyler görebiliyorlar. Duygusal olarak aidiyet hissettiğimiz şeylerin üzerimizde büyük etkileri var. Bu noktada ikinci bilişsel önyargıya geçelim. Bu da geri tepme etkisi. Nedir bu? Yine birtakım inançlarınız olduğunu varsayalım ve birisi bunlara karşı birtakım kanıtlar sunuyor. Bunun sonucunda ne oluyor dersiniz? İnsanlar kendi düşüncelerine daha sıkı sarılıyorlar ve doğruları görmezden geliyorlar. Mevcut inanışı sorgulamak yerine ona daha sıkı sarılıyoruz. İşte bu nedenle kimlik siyaseti yapılıyor. Çünkü insanlar inançlarıyla duygusal bir aidiyet kurduğunda hatta bunları kimliklerinin bir parçası olarak gördüklerinde düşüncelerini değiştirmeleri çok zorlaşıyor. Bir örnek verelim Amerika’nın Irak ile savaş başlatırken kullandığı en önemli argüman Irak’ta bazı kitle imha silahlarının olduğu iddiasıydı. Ancak sonrasında bunun öyle olmadığı kanıtlanmıştı. Ancak anketlerde nasıl bir sonuç çıkmış biliyor musunuz? Aksi kanıtlanmış olmasına rağmen Amerika’da yapılan ankette Irak’ta bu silahların bulunduğuna inananların oranı %38’den %50’ye yükselmiş. Kısacası insanlar inanmak istedikleri şeye inanma eğilimindeler. Peki durum bu bakımdan ümitsiz mi? Kolay değil ama ümitsiz de değil. Araştırmalar gösteriyor ki inancınızın aksi kanıtlara tekrar tekrar maruz kaldıkça bunları değiştirmeye daha olumlu yaklaşılıyor. Kısacası bardağı taşıran bir nokta var.


Bizi hakikat sonrasına getiren üçüncü sebeple devam edelim şimdi de. Bu sebep "geleneksel medyanın gerilemesi ve yeni medyanın yükselişi" diyebiliriz. Bugün, 1950 yılına kıyasla Amerika’daki büyük yazılı basının okuyucularının %70’ini kaybettiğini görüyoruz. Benzer durum geleneksel büyük televizyon kanalları için de geçerli. Amerika’daki bu dönüşüm elbette diğer ülkelerde de oluyor. Örneğin benim çocukluğumda haber bültenlerini ülkenin en güvenilir olduğu düşünülen kişileri sunarlardı. Objektif ve tarafsız haberciliğe vurgu yapılırdı. Bugün ise hala böyle bir kaygı olduğunu söylemek güç. Günümüzde insanlar az önce değindiğimiz bilişsel sapmaları destekleyecek şekilde kendi doğrularını pekiştirmek için taraflı oldukları belli yayınları takip ediyorlar. Burada kritik nokta şu. Bu yayınlar dünyayı olduğu gibi göstermiyor. Kendi izleyicilerinin ya da kendi çıkar gruplarının görmek istedikleri gibi gösteriyorlar. Öyle ki 2011 yılında yapılan bir araştırmada Amerika’da Cumhuriyetçilere yakın yayın yapan haber kanalı Foxnews’i izleyenlerin hiç haber izlemeyenlere kıyasla daha az bilgi sahibi oldukları ortaya konulmuş. Geleneksel medya böylesine zayıflarken güçlenen ise elbette ki sosyal medya oldu. Sosyal medya deyince en büyük oyuncu Facebook. Amerika’da yapılan son araştırmaya göre Amerikalılar’ın %62’si haberlere sosyal medyadan ulaşıyormuş. Şimdi Facebook haber akışını gözümüzün önüne getirelim. Birtakım şeyler önümüze geliyor ve bizler de bunların bazılarını beğeniyoruz. Böylelikle arka planda çalışan algoritmalar giderek görmek istemeye daha yatkın içerikleri önümüze getirmeye başlıyor ve doğrulama sapmamızı besliyor. Üstelik pek çok haberin güvenirliğine dair de elimizde bir bilgi yok. Böylece aslında kutuplaşma ve ayrışma derinleşmiş oluyor. Son derece manipülasyona açık bir durum. 2016 yılındaki bir araştırmaya göre Facebook’taki ilk 20 uydurma haber ilk 20 gerçek haberden daha çok paylaşılmış. Konu elbette sadece Facebook’a özgü değil. 2018 yılında twitter üzerine yapılan bir araştırmada yalanların gerçeklere kıyasla 6 kat daha hızlı yayıldığı tespit edilmiş. Sosyal medyadaki bu uydurma haber sorunu yine bir şüphe imal ederek kafa karışıklığına sebep oluyor ve böylelikle neye inanacağını bilmeyen ve dolayısıyla suiistimale açık kitleler oluşuyor. Bu noktada bu olayla bir nebze olsun baş edebilmek için doğrulama platformlarının çalışmaya başladığını söyleyebiliriz. Bunların Türkiye’deki örneklerinden biri de teyit.org. Bence oldukça zor bir iş ve yalanın çok kolay yayıldığını düşünürsek bir yalanı düzeltmek kolay değil. Daha kalıcı bir çözüm ise medya okur yazarlığının gelişmesi olacaktır ancak bu da elbette uzun soluklu bir süreç.



Son olarak hakikat sonrasına bizi getiren sebeplerin sonuncusuna bakalım ve ardından neler yapabileceğimizi tartışalım istiyorum. Sansasyonel bir yayın yapmak istesem bunun sebebinin Einstein olduğunu söyleyebilirdim aslında. Dünyanın en önemli bilim adamıyla bu konunun ne ilgisi var diyebilirsiniz. Ancak Einstein’ın evreni açıklamak için kullandığı görelilik kuramları bazı düşünürler tarafından her şeyin göreli olduğu şeklinde yorumlandı ve fizikten çok uzak olan konulara dahi uygulandı. Bunlardan biri de postmodernizm. Postmodernizm, sanat, mimari, müzik ve edebiyat gibi birçok alanı etkileyen bir akım. Bu akıma göre her şey göreli ise hakikat diye bir şey de yoktur ve her şey sorgulanabilir. Kısacası hakikat sizin bakış açınıza bağlı bir perspektif meselesidir. Bu düşünce altyapısı elbette diğer alanlara da sirayet ediyor ve bilim inkarcılığını besleyen bir araç olarak kullanılıyor.


Evet hakikat sonrasının ne olduğunu ve buraya nasıl geldiğimizi konuştuk. Şimdi son olarak bu durumda ne yapabileceğimizi konuşalım. Birinci sırada bence yalanlarla mücadele geliyor. Bunun bir yöntemi yalanların yayılmasında bir araç olmamak, bir başka yöntemi de yalana yalan diyebilmek. Son zamanlarda benim dikkatimi çeken bir konu yalana yalan da denilememesi. Mesela yalan söyleyen biri aksi kanıtlar ortaya çıkınca yalan söyledim demiyor. Yanlış anlaşıldım diyor veya yeterince dürüst değildim gibi ifadeler kullanılıyor. Bir başka unsur bence birey olarak işini iyi yapan medya yayınlarına destek vermek ve bağımsız haberciliği desteklemek olabilir. Bu aynı zamanda kitlesel medyanın da kendi yaptıklarını yeniden değerlendirmesine sebep oluyor. Örneğin BBC artık iklim değişikliğiyle ilgili tartışmalarda iklim değişikliği inkarcılarına eşit süre yer vermeyeceğini açıklamış. Bu şu açıdan da oldukça önemli. Hatırlarsanız doğruların tekrar edilmesinin var olan inançların değiştirilmesinde önemli olduğunu söylemiştik. Bir başka yapılabilecek şey medya okur yazarlığını geliştirmek olabilir. Karşıma çıkan bu haberin kaynağı güvenilir mi? Başka kaynaklar da bu haberi teyit ediyor mu gibi sorgulamalar yaparak daha bilinçli şekilde yaklaşabiliriz. Ve son olarak da bence sosyal medya şirketlerini de işin içine dahil edecek şekilde onların yalan haberlerle daha iyi mücadele etmelerini isteyebiliriz. Örneğin ben twitter kullandığım zaman karşıma çıkan yalan ve manipülasyon amaçlı tweetleri twitter’a bildiriyorum. Oldukça kolaylaştırıldı bu son zamanlarda ve etkili olduğunu da söyleyebilirim.


Evet böylelikle podcastin sonuna geldik. Dilerim keyifle dinlediğiniz bir yayın olmuştur. Başkaben.com’u ziyaret edebilir ve baskaben podcast’i twitter’da takip edebilirsiniz.


Bir sonraki yayında görüşmek üzere.


Hoşça kalın.

 
 
 

Comments


bottom of page